Daha yaşarken adı efsanelere karışmış, çeşitli hastalıklara deva bulmasıyla nam salmış, nereye çağrılsa varıp oraya gitmiş, gittiği her yere şifa götürmüş, şifalı ellerinin erişemediği yerlereyse mektupları ve öğütleriyle yetişmeye çalışmış, ünü dalga dalga yayılıp yüzyılların sisli karanlığı içinden süzülerek bugünlere gelmiş Asklepiosoğlu Hippokrates’in, akli temellere dayalı hekimliğin (tekhnē iatrikē) kurucusu, dolayısıyla “tıbbın babası” sayılan o meşhur Koslu hekimin yaşamının köşe bucağını aydınlatacak kesin ifadeler ne yazık ki yok elimizde. Çünkü yaşamına dair bilgiler, onu o engin şöhretinin ardında belli belirsiz bir kişiliğe bürüyerek ancak dağınık kırıntılar hâlinde ulaşabilmiş günümüze; tıpkı Yunan edebiyatının öncüsü Homeros veya gizemli öğretileriyle felsefeye derin bir soluk aldıran Samoslu Pythagoras
gibi. Genç çağdaşı Platon’dan ve kendisi de hekim bir babanın oğlu olan Aristoteles’ten öğreniyoruz onun ne derece önemli tarihî bir kişilik olduğunu.1 Kendisine atfedilen külliyatın satır aralarından, titiz incelemelere tabi tutulan sahte yahut kurmaca mektuplarından, İÖ 5. yüzyılın sonlarında oğlu Thessalos’un Kos ile Atina arasında yaşanan ihtilaf nedeniyle Atina meclisinde verdiği söylenen, özgünlüğü tartışmalı bir söylevden (Presbeutikos) çıkarıyoruz yaşamının köşe taşlarını; özellikle de İS 1 ila 2. yüzyıllarda yaşamış Ephesoslu hekim Soranos’a ait olup Hippokrates Külliyatı’na (Corpus Hippocraticum) ilişkin el yazmaları ile en eski edisyonların girişinde yer aldığından muteber bir kaynak sayılan Hippokrates’in Yaşamı (Vita Hippocratis) adlı kısa metinden…